Son Haberler
Anasayfa / afilli / GEZİ EYLEMCİLERİNİ ANASINDAN DOĞDUĞUNA PİŞMAN ETMEK

GEZİ EYLEMCİLERİNİ ANASINDAN DOĞDUĞUNA PİŞMAN ETMEK

Pocket
Bookmark this on Google Bookmarks

Kim bunlar? Çok kısa zamanda Türkiye’de müessiriyetle zuhur edişleri birçoklarını, bu bir çoklardan biri olarak beni de hayrete uğratan geziciler neyin nesi, kimin fesi? Birden bire bütün Türkiye’ye buyur buradan yak deyiverdiler; ama neyi yakacağımızı, yakacağımız şeyi neresinden tutacağımızı bize bildirmediler. Bilmiyoruz biz Türkler halimize musallat olan bu nekreyi neyiyle tanımak durumunda kaldığımızı ve onlarsız uhdemizde mahfuz marufu istikbale nakledebilmek için kimin hafızasını, neyin hatırasını kullanacağımızdan haberdar edilmedik. Hafıza kimin hafızası, hatıra neye dair?

Gene de onların sermayenin yedeğinde bir yerden fırladıklarını fehmetmek zor olmadı. Eylemde bulunmak için bazı zorlukları aşma durumuna dair bir intiba uyandırmadılar. Belli ki, Türkiye’nin kontrolünden sorumlu sermayenin sakladığı yerden zuhur ve huruç etti hepsi. Şimdiye kadar yedekte tutuldukları şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde barizdi. Onlar Dünya Sistemi’nin 29 Ekim 1923’te Türk toprakları üzerine serdiği halının altına süpürülen zımnî fazlalıklardı. Rüzgâr biraz sert esiverince halının kıvrılan yerinden açığa çıktılar. Zuhurat vuku buldu. Zahir oldular; ama muğlaklıklarını muhafaza ediyorlar. Neleri var? Şikâyetleri nerelerinde? Neleri var? Cepleri neyle dolu? Her ne kadar geniş aralıklı bir tırmıkla bir araya toplanıp yanyana getirilmişlerse de onların hepsi İsa’yı gücendirmiş, Muhammed’e yaranamamışlar güruhudur. Onlar Araf’a ulaşmayı parıltılı, ışıltılı, kaymaklı ve leziz mekânlara terfi etmek gayesi refakatinde düşleyen bir sürü. Asıl sen neyin nesi olduğunu düşün. Düş. Ün. Düşün. Düşündük. Düşün. Dük. Dük düşün. Düşes de düşün. Krala metreslik etmeğe can atan bir düşes…

Dünyada yaşamak eğlenceden haberdar olmak demek. Tertipçisi miyiz bu eğlencenin? Malzemesi, müstahdemi, seyircisi miyiz? Hepimizin yerküreyi lebalep dolduran insan topluluğu arasında eğleştiği bir vakıa. Beşeriz. Mensubiyetimiz Gezi eylemcilerini de hesaba dâhil etmemizi kaçınılmaz kılan beşer topluluğunadır. Varlığımızı hissetmemize imkân veren mahsus bir alana talibiz. Ferden veya toplum olarak dünyada korunaklı bir yuva ele geçirmemiz söz konusu olacaksa, biliyoruz ki, bu işi gerçekleştirmemize yarar makama ancak yuvamızın tefekkür sahasındaki mevkiini elde tuttuğumuz zaman ulaşabileceğiz. Orada ancak düşünceli kalırız. Orada düşünceli kaldığımız nispette ve miktarda dünyada boşuna kalmadığımızın delili tekevvün edecek. Farkına varabildiğimiz ve farkına varamadığımız şartlandırmalar altındayız. Maruz kaldığımız bu şartlandırmaların mahiyetini kavramak için düşünmek mecburiyeti altındayız. Düşün. Düşüne düşüne Türkiye’yi AKP’den nasıl olup da Beşar Esed’in kurtarmış bulunduğu gerçeğini fark edebilirsin. AKP demokrasi oligopolünü tatmin ve memnun edecek performansı gösteremedi. Bu hamlık Taksim Gezi’nin ülke çapında zafer sarhoşluğu yaşayıp Tayyip’in hezimet hissine gark olmasının da sebebi. Demokrasi oligopolü camilerin içindekileriyle birlikte kayba tamamıyla uğrayıp cem evlerinin sadece içinde tutabildiği kadar kazançlı çıktığını fark ettiğin gibi. Düşün ve kafanı kullan. Sana ve senin gibilerine kafa nasıl kullanılabilir dersi verdiler mi?

Kalkış noktamızın İslâm olması halinde (yani uhdemizde Allah’ın aalim-i mutlak, kaadir-i mutlak olduğu bilgisi bulununca) varacağımız yer hiçbir surette Marxism olmayacak; ancak bir şekilde Marxist ön yargılardan modernlik aleyhine yürüyüşümüz gereği bir kalkış noktası temin edebilmiş idi isek yürüdüğümüz esnada ve yürümenin beğendiğimiz tarzı dolayısıyla varlığımızın sakatlanmamış, felç geçirmemiş kadarının İslâm’a vasıl olması kaçınılmazdır. Türkiye’de Müslümanmış gibi algılanan kimesne güruhunun kendi yürüyüşleri hayrına İslâm’dan bir kalkış noktası istemeyişleri, öte yandan Türkiye’de Marxistmiş gibi algılanan insansıların da kendileri için herhangi bir kalkış noktası istemeyişleri yüzünden felce kısmen değil, tamamıyla uğramış bir Türk toplumu vakıasıyla iç içeyiz. Kaderimizde müfliç bir Türk toplumunda yaşamak da varmış.

Uzun sayılabilecek bir dönem boyunca sözler arasında hiç eksik olmayan “Türk toplumu” ibaresi bugün artık küf kokuyor. Kim kokuttu Türk toplumunu; neyi ele geçirmek için küflendirildi o? Ismarlama programların icrasıydı kokuşmanın, çürümenin sebebi. Türk toplumunu felce uğratan, sakatlayan, kokutanlar yeni bir ısmarlama atağı tecrübe etti, ediyor, edecek: Gezi Eylemleri…

Üzerinde yaşadığın(m)ız topraklar, birlikte yaşadığın(m)ız insanlar… Bu iki mefhumun hayatınızda nasıl bir yeri olduğu, bu iki mefhum dolayısıyla hangi ifadelere sürüklendiğiniz kafanızı meşgul etmeğe başladıysa Türklüğe giden yola girdiniz demektir. Hah şöyle! Yola gel! Niçin başlangıçta “önce vatan” demiştik? Çünkü Lozan’da Hıristiyan takviminin 1923’üncü yılında bizi “dinini ver, vatanını al” pazarlığına zorlamışlardı. Düşündük. Bir vatanımız olduktan sonra, kimse bizi dünyalık gösteriş uğruna dinimizi feda etmeğe zorlayamazdı. AKP on yıldır dinimizi demokrasi yolunda feda etmenin bir erdem olduğunu ilân ile dimdik ayakta. Gezi eylemcileri bu dikliğe dikleniyor. Türk milleti nezdinde kim kimin hakkından gelecek merakı uyandırılmaya çalışılıyor. Eğer bu merak uyandırılabilirse iki ucu kirli değnek Türk milletinin mevcudiyetini nihayete erdirecek.

Kim bunlar? Bu suali yazarlık hayatımda ikinci kez vaz ediyorum. İlki, birincisi hem maddî, hem manevi mevkii itibariyle çok geride kaldı. “Kim Bunlar?” sualine ilk defa geçen Hıristiyan asrının son çeyreği içinde Yeni Devir gazetesinin 22 Şubat 1978 tarihli nüshasındaki sütunumda, yani bundan tam otuz beş yıl, yedi ay, altı gün önce, o gün daha henüz siyasetteki yerleri tam tespit edilmemiş bir takım insanın ne idüğünü meraka değer bulup müracaat etmiştim. Dört çocuğumdan ilki on altı aylık, sekiz günlüktü. Bu suali hevesle, heyecanla, bin bir duygu yüküyle dost olmak istediğim, benden dostluk beklemelerini umduğum kişilere veyahut kimselere tevcih ettim: Kim bunlar? Dünya haritasının yeşile boyanmış gösterilen yerlerinde Michel Foucault’nun ilgisini çeken, Dünya Sistemi’nin dokunabilme cesareti bulduğu ilk insanlar… Kim bunlar?

“Bir radyo-televizyon haberinden öğreniyoruz Tebriz’de kendilerine İslâm Marksisti denilen bir küme insanın İran’daki zulüm düzeni aleyhine gösteriler düzenlediğini. Bütün Müslümanlar gibi ben de biraz şaşkınlık, biraz üzüntü, biraz umutla dinliyorum haberi. Gerçi İran’da kendilerini hem Marksist, hem Müslüman sayan insanların bulunduğunu, teşkilatlı bazı işler gördüklerini biliyorduk. Hatta Türkçe’ ye çocuk kitapları sola yakın yayınevleri tarafından çevirilen Behrengi’nin bu insanlardan biri olduğu söyleniyordu. Bütün bu bilgilerimize rağmen İslâm Marksisti sözünün açıkça telâffuz edilmesinden tedirginlikle birlikte bir şaşkınlık duymaktan alıkoyamadım kendimi.

“Aslında yaşadığımız çağın şartları içinde bazı şeylere şaşırmamaya kendimizi alıştırmalıyız. Yıllarca dünyada ve Türkiye’de İslâm sosyalizmi kavramının tabiî karşılanan ve hem sosyalistler ve hem de Müslümanlar tarafından savunulmaya değer bir kavram olarak sürdürüldüğünü (ileri sürüldüğünü?*) görmüştük. Ama İslâm’ın kendi kaynaklarına dayanılarak, doğrudan Kur’an ve Sünnet’e başvurulmak suretiyle anlaşılmasının yoğunluk kazanmasından sonra özellikle hâlis Müslümanların bu iki kavramın uzlaşmazlığına akıl erdirmeleri ve sosyalistlerin de İslamiyet’i bir kez kabule değer saydıktan sonra onun dünyevi bir düzen anlayışına adapte edilmesinde kendi güçlerini aşan engeller görmeleri sonucu İslâm sosyalizmi tamlamasından her iki tarafın da feragat ettiğini görebildik.

“Karl Marx ve Friedrich Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da sosyalizmin, feodal sosyalizm, küçük burjuva sosyalizmi, Alman sosyalizmi, tutucu burjuva sosyalizmi, eleştirel-ütopik sosyalizm ve komünizm olarak sınıflanışını görüyoruz. Dolayısıyla sosyalizm denilince Marksizmin anlaşılmaması mümkün ve hatta gerekli. Zaten (nitekim?) kendilerine (yönelecek?) kamuoyunun tepkisinden veya kanunların sınırlarından (sınırlandırmasından?) ötürü komünist diyemeyenlerin “bilimsel sosyalist” yaftasına sığındıklarını da biliyoruz. Bazı teorik mülâhazalar tahtında “İslâm sosyalizmi” sözünün yeri olabileceği belki iddia edilebilir. Ne var ki, Marksizm, sosyalizm gibi (kadar?) geniş kapsamlı bir kelime değil, en azından Marx’ın eserlerine bağlı (sadık?) kalmayı öngören bir yükü taşıyor üzerinde. Hem Marx’ın felsefî görüşlerine, hem (de?) İslâm’a bağlı bir hareketin mümkün olamayacağını ve bunun olsa olsa ya Marx’tan yahut İslâm’dan hiçbir şey anlamamış bazı zihinlerin fantezisi olabileceğini her aklı başında Müslüman kavrar.

“Ancak bu konularda fazla aceleci ve çok çabuk sonuca varan bir tutum takınmamamız gerekir. Bize bilgi sunan haber kaynaklarının çarpıtıcı yönünü her zaman hesaba katmalıyız. İslâm Marksisti tamlaması belki de hem Marksizm’e, hem de İslâm’a düşman olan bazı çevrelerin uydurması, yakıştırması olabilir. Hiç unutmamak gerekir ki, Avrupalı sağcı düşünürler öteden beri komünizme zaman zaman İslâmiyet’in bir türü olarak bakmışlar, Müslümanları da bir çeşit komünist sanmışlardır (saymışlardır?). Daha dün denilebilecek bir geçmişte Türkiye’de bile bazılarına “yeşil komünist” denmedi mi?

“İşte yazımın başında habere “umut”la bakışımın sebebi, İran’da (bile) kâfirlerin dizinin bağını çözebilecek Müslümanların mevcut olma ihtimalidir. Ola ki ehl-i küfr onlara Marksist sıfatını yamayarak öteki Müslümanlardan bağlarını koparma çabasına girişsin.”

Ben bu yazıyı otuz beş sene önce her Müslümandan bir girişim beklentisiyle ve “dinsizin hakkından imansız gelir” atasözünü yersizliğe mahkum edebilme çabası içinde yazmışım. Neyi niçin yazmış bulunduğumun neyi niçin yazmakta olduğuma işaret edişinden memnun haldeyim. Memnuniyetim hamd içinde kalışıma vesile oluyor. Bu tutumun Türkiye’de yapılacak işlerin tükenmediği hakikatini bize bahşeden Allah’a hamd edişimizi artırdığına da hamd ediyorum.

*parantezler benim 2013’te eklediklerim.

İsmet Özel, 27 Eylül 2013

Hakkında admin

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*